YENİ SAĞ

 

Hasan Engin ŞENER[1]

 

            Özellikle 1970 sonrasında her alanda yaşanan büyük dönüşüm, yeni sağ düşüncenin hegemonyasını kurduğu dönemdir. Bu nedenle, büyük dönüşümün temellerinin ortaya konması, yeni sağ düşüncenin temellerinin de ortaya konması anlamına gelmektedir. Büyük dönüşümle birlikte ön plana çıkan yeni sağ, devlete yüklenen işlevleri ve devletin değişen rolünü, kamu hizmeti anlayışına ve politikalarına yansıtmıştır.

 

            1970’lerde açığa çıkan, daha kesin söyleyişle 1973 petrol kriziyle simgeleşen, büyük dönüşüm süreci, kuramdan uygulamaya kadar bir çok konuyu devrimci bir şekilde etkilemiştir.

 

            Post fordizm kavramı, devletin ekonomiye sosyal amaçlı müdahalelerinin temel politika olarak benimsendiği sosyal ya da refah devleti anlayışının krizi olarak okunabilir. Bu krizin temel sorumlusu olarak refah devleti yeni sağ tarafından sanık sandalyesine oturtulmuştur. Verimliliğin düşmesine karşın ücretlerde ve kamu harcamalarında yaşanan artışlar, devletin mali krize girmesine neden olmuştur. Fordist dönemin devlet-emek-sermaye işbirliği kopmuş[2] ve sermaye lehine bir güç artışı sağlanmıştır:

 

“Şimdilerde ise dünya kapitalizmi ulusal kapitalizmlerinin toplamı olmaktan çıkıyor, gerçekten bütün dünyada birden karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim alanı ve pazarı olarak gören, kendi hareketliliğine engel tanımayan şirketlerin oluşturduğu bir sisteme dönüşüyor.”[3]

 

            Ücret artışlarının arkasında yatan bir neden (üretkenlik artışının yanında) sosyal devlet anlayışı ise, diğeri de sendikal hareketin gücüdür. Bu nedenledir ki, post fordist dönemde yeni sağın iki temel amacı devletin ve sendikaların gücünü azaltmak olmuştur:

 

“Neo-liberalizm, sorunların kaynağı olarak başlıca iki unsur gösterir. Bunlardan birincisi, devletin anormal derecede büyümüş olduğu iddiasına dayanır ve çözüm olarak devletin küçültülmesi amaçlanır. Bir diğeri de sendikaların yetkilerinin ve güçlerinin varmış olduğu düzeyin ekonomilerin çöküşünün başlıca nedenlerinden biri olduğu iddiasına dayanır.”[4]

 

            Bu koşullar altında yeni sağ, çeşitli ülkelerde kriz  sonrasında hegemonyasını kurmayı başardı: 1973 Danimarka, 1976 İsveç, 1979 İngiltere, 1980 ABD, 1981 Almanya, 1982 Hollanda.[5]

 

Devlet:

 

“Yeni sağ ile ilk değişen devletin konumu oldu. Hobbsbown’ın deyimiyle Altın Yılları ve Fransızlar’ın deyimiyle Muhteşem Otuz Yılı (trente glorieuses) yaratan devlet, artık günah keçisi olarak görülüyordu.”[6]

 

Kötülüklerin kaynağı olarak görülen refah devletine çok yönlü eleştiriler söz konusudur. Bunlar ekonomik ve ideolojik olarak sınıflandırılabilir. İleride özelleştirmenin de gerekçeleri olacak olan bu eleştiriler üç başlıkta özetlenebilir[7]: İlk olarak, ekonomiye sık sık siyasal amaçlarla müdahale edilmesi, üretilen malların kalitesini olduğu kadar verimliliğini de olumsuz yönde etkilemektedir. İkinci olarak, rekabet ortamının sağlanamaması ve dolayısıyla rekabetin sağlayacağı düşük fiyat, kaliteli ürün ve verimsiz çalışan firmaların pazar dışına çıkması gibi avantajların gerçekleşememesi. Son olarak, kamu harcamalarının fazlalığı ve bütçeye getirdiği yük, sayılabilir.

 

Ancak, yöneltilen eleştirilerin yalnızca ekonomik içeriğe sahip olduğunu söylemek yanlış olacaktır. İdeolojik içerikli eleştiriler, yine piyasa kavramı etrafında dönmektedir. Bu anlamda, piyasa ya da pazarı yalnızca ekonomik içeriğiyle düşünmek yanıltıcı olacaktır. Buna göre[8] merkezi bir güç olmayan, kimsenin kasıt ve zorlamasıyla işlemeyen piyasa, aritmetik refah toplamı anlamındaki adaletin oluşmasında en adil mekanizmadır. Adaleti bozan bir özne varsa, bu da devlettir. Yine aynı şekilde, madem ki gelirin yöneldiği merkezi bir güç yoktur, o zaman gelirin yeniden dağıtımı anlayışı da kabul edilemezdir. Böyle bir davranış, bireylerin seçim özgürlüklerinin kısıtlanması anlamına da gelecektir. Devlete olan güvenilirlik de eleştiri konusu olmuştur. Bu bağlamda, refah devleti, zorunlu olarak devlet otoritesinin ve keyfiliğinin güçlendirilmesi ve dolayısıyla bireysel özgürlükler önündeki bir engel olarak görülür.

 

Sonuç olarak refah devleti sorunların çözümünde bir özne olmak bir yana bizatihi sorunun kendisi olarak görülmektedir. “Refah devletinin su yüzüne çıkardığı tüm çelişkilerin kaynağında devlet müdahalesini gören yeni sağ, plan, müdahale, kontrol, örgütlülük gibi kavramları bireyin girişim özgürlüğünün, kendiliğindenliğin  ve çoğulculuğun bastırıldığı bir totaliter düzen olarak algılanan sosyalizm ile birleştirerek mahkum eder.”[9]

           

Devletten beklenen artık, ekonomiden elini çekmesi ve 19. yüzyıl liberalizminin öngördüğü bekçi devlet işlevine geri dönmesidir.

 

Drucker’a[10] göre devletin ekonomik bir etkinliğe girmeme nedenleri şunlardır:

 

1.      Devletin bir etkinliği bırakması enderdir

2.      Devletin bir etkinliği yenileştirmesi enderdir

3.      Devletler ancak siyasal baskılar olmadığı zaman iyi işler yapabilir

4.      Devlet hizmetleri bunların ilk kez başlatılmalarına temel olan varsayımlar değişince de sonuç vermez.

 

Sendikal Haklar :

 

Rekabete ve piyasaya olan büyük vurgunun, eleştiri oklarını devlete olduğu kadar sendikalara da yöneltmesi (kendi bağlamında) mantıklıdır. Buna göre, sendikalar arz ve talebe göre şekillenmesi gereken ücretleri piyasa dışı bir güç olarak belirlemektedir. Yeni sağa göre, devlete yüklenen sosyal nitelemesinin gerçekleşmesi için yapılan mücadeleler de bu bağlamda değerlendirilmelidir.

 

Postfordist döneme damgasını vuran süreçlerden birisi, emeğin parçalanması ve sendikasızlaştırmadır.[11]

 

Bu süreç, ileri teknoloji kullanımı ve dolayısıyla bilgi-yoğun içeriği nedeniyle, emeğin rolünü bilgisayar karşısında azaltmış ve istihdamı azaltıcı bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Bunun yanında, bilgi-yoğun üretim, sürekli istihdamı da gereksizleştirmiş ve vardiya sistemini özendirmiştir. Hizmet sektörünün ön plana çıkışı bu sürece içkindir.

 

Post fordizmin emek içi bir parçalanmaya yol açtığı da belirtilmelidir. Bu bağlamda, ileri teknoloji kullanan emeğe gereksinim artarken, bu kesimin niteliksiz işgücü ile olan bağlantısı azaltılmıştır. Dahası, işgücü içinde, yönetici kesimin ortaya çıkması, üçüncü bir emek içi parçalanmayı getirmiştir.

 

Ayrıca taşeronlaşma da sendikacılığın önünde bir engel olarak görülmektedir. Buna göre, sendikalar karşılarında tek bir işveren yerine üç işverenle mücadele etmek durumundadır: Taşeron işveren, ana şirket işvereni ve işveren sendikası.

 

Sendikalara karşı olumsuz tavra örnek, yeni sağın iki önderi ABD ve İngiltere’den verilebilir: ABD’de; sendikalara karşı (gangsterlerin hakim olduğu, kadınların sokulmadığı gibi)  olumsuz kampanyalar sendikaların saygınlığını azalttı. Sendikalılaşma oranı Reagan iktidara geldikten sonra %20’den %18.8’e düştü. Bazı durumlarda sendikalar toplu iş sözleşmelerinde çalışanlar tarafından, meşru temsilci olarak kabul edilmezken, bazı durumlarda da işverenler sendikaları muhatap olarak kabul etmemişlerdir. İngiltere’de; sendikalı işçi sayısı 1979-1995 arasında %30 oranında azaldı. Sendikaların üst düzey ekonomik ve sosyal kararlara katılımı kısıtlandı. 1980’de closed shop (sendikalı olmayan işçilerin işe alınamayacağına dair kural) uygulamasına kısıtlamalar getirildi ; inanç ve düşünceyle ilgili nedenlerle bir sendikaya girmeyi reddedenler sendika üyeliğinden muaf tutuldu. 1982’de sempati grevleri ve siyasi grevler yasaklandı. 1984’te greve gidebilmek için oylama sistemi öngörüldü. 1988’de oylama mecburiyeti getiren hükümler sıkılaştırıldı.[12]

 

Devlete ve sendikalara yönelik bu anlayış, “bilimsel tezler” olarak kamu oyuna duyuruldu. Sloganlar belliydi: Daha küçük devlet, daha iyi devlet; kürek çeken değil, dümen tutan devlet; daha az devlet daha çok özel teşebbüs;  küçük ama güçlü devlet... Bu sloganlar, bilimsel tezler olarak vakıflar ve üniversitelerde işlendi, daha sonra medyaya yansıtıldı. (Washington Oydaşması) “Son aşama, söz konusu tezleri üreten akademik iktisatçılara, Nobel ödülü verilmesiydi.”[13]

 

İki Ulus Hegemonik Projesi ve Kamu Hizmeti:

 

Ulusu girişimciler ve sınıf dışı kalanlar (underclass) olarak ikiye bölen yeni sağa göre, yurttaş, çalışmalı, girişimde bulunmalıdır. Böylece, tembel ve asalak olarak yaşadıkları söylenen alttakiler, göz ardı edilmektedir. Yeni sağa göre “refah hizmetlerinin devlet tarafından ve ücretsiz olarak tedariki herhangi bir ahlaki nedenle savunulamayacağı gibi, tam tersine bazı bireylerin haklarını diğerlerinin lehine zedelediği bir zorbalık rejimini ifade eder.”[14]

 

Ayrıca devlet mekanizması, eşitliğin paylaşımında sanıldığı kadar güvenilir bir araç değildir. Kamu seçişi okuluna göre, siyasetçiler yeniden seçilmek için veremeyeceği vaatlerde bulunurken, bürokratlar da kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler ve kendi bütçelerini maksimize etmeye çalışırlar. Bu durumda, yapılması gereken en temel yol kamu sektörünü rekabete açmaktır. [15]

 

Bu bağlamda, piyasanın odağa yerleştirildiği bir ideolojik dönüşümde, kamu hizmeti anlayışında da bu kavramın merkeze alınması şaşırtıcı olmayacaktır. En kısa ifadesiyle, yeni sağın kamu hizmeti anlayışı, özel sektörün kâr/maliyet anlayışının kamu sektörüne uygulanmasıdır.[16] Bundan böyle kamu sektörü, özel bir şirket gibi verimli ve etkili çalışmak, fayda maliyet hesabı yapmak, buna uygun fiyatlandırmada bulunmak ve müşterilerine en iyi hizmeti sunmakla yükümlüdür. Müşteriler, en iyi hizmetin sunulup sunulmadığının denetiminde başat roldedir.

 

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Yeni sağın asıl amacı demokrasiyi iyileştirmek değil, piyasa mekanizmasını geliştirmektir. Zira yeni sağ politkacılara göre piyasa demek özgürlük demektir: “Serbest piyasa ekonoisi, bireyin özgürlüğünü sağlama oturtmak için gerekli (ve anlaşıldığına göre yeterli) koşuldur.”[17] Yurttaşa verilen etkin konumlanış da bu anlamda demokrasinin iyileştirilmesi yönünde atılmış bir adım olmaktan ziyade, piyasanın iyi işlemesi için yapılmış bir düzenleme olarak yorumlanmalıdır. Amaç “küçük ama güçlü devleti” inşa etmektir.

 

Küçük ama güçlü devletin oluşmasındaki en birincil yöntem özelleştirmedir. “Bu bağlamda, yeni sağ, temel amacı doğrultusunda temel aracı özelleştirme olarak karşımıza çıkarıyor ve önüne gelen her şeyi özelleştiriyor. Bunun doğal sonucu kamu yönetiminin sınırlarının da özelleştirilmesi, yani daraltılmasıdır.[18] Özelleştirmeyle, kamu hizmetlerinin piyasa düzeni içinde işleyen “topluma” devredilmesi istenmektedir. Topluma devredilen hizmetler yalnızca ekonomik içeriğe sahip devlet kuruluşları değildir. “Aksine, bu kavram özellikle eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, altyapı gibi toplumsal tüketim nitelikli devlet faaliyetlerini kapsar. Öte yandan ‘topluma’ devredilemeyen yetkiler yerel yönetimlere ve gönüllü kuruluşlara devredilmeli, bunların gerçekleştirilmesinde ‘toplum’un doğrudan söz sahibi olması sağlanmalıdır.[19]

 

Bahsedilmesi gerek bir gelişme de özerkleşme eğilimleridir. Bu yöntemle sorumluluk bakana ait olsa da, kamu yöneticilerine özel kesim işletmesinin yöneticisi gibi özerk davranabilme fırsatı verilmesi amaçlanmıştır. Özerkleşme, siyaset ve ekonomiyi birbirinden ayırmak amacını güder. Böylece, ekonomi üzerinde siyasetin olumsuz etkileri olmayacaktır. Özerkleşmenin ikinci bir işlevi, ön plana çıkartılan sivil toplum örgütlerinin bu kurumlar aracılığıyla yönetimi etkileyebilmeleridir. Üçüncü olarak, özelleştirilen devlet kuruluşlarının serbest piyasa doğrultusunda hareket edip etmediklerinin denetiminde rol oynar.

 

Yukarıda kamu sektörünün “topluma” devri bağlamında ortaya konduğu gibi, yerel yönetimler[20] ve sivil toplum örgütleri yeni sağ tarafından yükselen değer olarak sunulmuştur. Bu vurgu, 1990’lı yıllarda Dünya Bankası tarafından ortaya konana “governance” (yeni yürütüm anlayışı) ile daha da pekiştirilmiştir. Yönetim sürecini, katılımcı ve etkileşimci bir biçimde ifadelendiren yeni yürütüm anlayışında, artık yurttaşın yönetimde söz sahibi olması istemi vardır. Bu bağlam, yeni sağın, demokrasi anlayışını bir adım ileriye götürür. Yurttaş böylece yalnızca kamu yönetiminin çıktılarının kalitesini değerlendiren birer müşteri olmaktan öte, çıktıların belirleyicisi de olacaktır. Bunun temel amacı sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimlerdir. Yurttaşlık bilincinin yaratılmasını da amaçlayan bu gelişmelerle “yurttaşlar yerel hizmetlerin sunumunda artık yalnızca paralarının nasıl harcandığı ile ilgilenmemekte; aynı zamanda hizmetlerin hangi kaynaklardan –borçlanma ya da öz kaynaklarla- finanse edildiği konusunda duyarlı davranmaktadır.”[21]



[1] Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Yönetim Bilimleri Yüksek Lisans Öğrencisi.

[2] “70’lerden itibaren Batı’lı ülkelerde başgösteren stagflasyon (enflasyon ile işsizliğin aynı anda artması), bütçe açıkları, ödemeler dengesinde bozulmalar gibi sorunlar nedeniyle sosyal demokrat ekonomi politikalarıyla birlikte, emek-sermaye uzlaşmasının da altı oyulmaya başladı. İlk kez sosyal demokratlarca uygulamaya konulan istikrar programları işçilerle partilerinin arasını açarken, ücretlerin artış hızında meydana gelen gerilemeler ‘çalışma barışını’ bozan dışsal bir travma olarak değil, devlet eliyle ‘toplumcu’ bir kapitalizm yaratma çabasının içerdiği çelişkilerin bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. (Alev Özkazanç, Refah Devletinden Yeni Sağa: Siyasi İktidar Tarzında Dönüşümler,” Mürekkep, Sayı 7, 1997, s.30.)

[3] Çağlar Keyder, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, İkinci Basım, Metis, İstanbul, 1996, s. 13.

[4] Alpaslan Işıklı, İş Hukuku, 3. Baskı,  İmaj, Ankara, 1999, s. 103.

[5] Işıklı, ü.k., s. 104.

[6] Hasan Engin Şener, “Bilgikuramsal Açıdan Postmodern Kamu Yönetimi,” Demokrasi Kuşağı İçin Girişim Dergisi, 2000, No: I/2, s. 13.

[7] Dr. Keith Syrett, “İngiltere’de Özelleştirme: Siyasal ve Hukuksal Temelleri,” (çev. Bülent Duru) Ankara, 1999, s. 4-6 (Yayımlanmamış konferans metni).

[8] Alev Özkazanç, “Yeni Sol, Siyasi İktidar ve Meşruiyet,”  (Yayımlanmamış, tarihsiz makale) s. 4-5. 

[9] Alev Özkazanç, Refah Devletinden Yeni Sağa: Siyasi İktidar Tarzında Dönüşümler,” Mürekkep, Sayı 7, 1997, s.31.

[10] Peter Drcuker, Yeni Gerçekler, 5. Baskı, (çev. Birtane Karanakçı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1996, s. 67-68.

[11] Tülin Öngen, Prometeus’un Sönmeyen Ateşi, Alan, İstanbul, 1994.

[12] Alpaslan Işıklı, İş Hukuku, 3. Baskı,  İmaj, Ankara, 1999, s.105-107.

[13] Fikret Başkaya, “Sunuş: Küreselleşme ve Kapitalizmin Müzminleşen Krizi,” iç. Fikret Başkaya (der.) Küreselleşme mi? Emperyalizm mi? Piyasacı Efsanenin Çöküşü, Ütopya, Ankara, 1999, s.14.

[14] Alev Özkazanç, “Yeni Sol, Siyasi İktidar ve Meşruiyet,”  (Yayımlanmamış, tarihsiz makale) s. 5.

[15] Wayne Parsons, Public policy, Edward Elgar Publishing Limited, UK, 1995, p. 307-309.

[16] Rodney Austin, “Admnistrativ Law’s Reaction to the Changing Concepts of Public Service,” Peter Layland and Terru Woods (Eds.) Administrative Law Facing the Future: Old Constraints and New Horizons, Blackstone Press, 1998, p. 14-15.

[17] Chantal Mouffe, “Demokrasi ve Yeni Sağ,” (çev. Yılmaz S. Öner) iç. Kriz, Neo-Liberalizm ve Reagan Dosyası, Dünya Sorunları Dizisi, Alan Yayınları, s. 169.

[18] Şener, a.g.m., s. 14.

[19] Birgül Ayman Güler, Yeni Sağ ve Devletin Değişimi, TODAİE, Ankara, 1996, s. 52.

[20] İngiltere’de yerel yönetim vurgusu olmadığı gibi, merkezi devlet geleneği güçlü olarak sürdürülmüştür.

[21] Aktaran, (Doç. Dr. Ayşegül Mengi, “Kamu Yönetimindeki Gelişmeler, Yerel Yönetimler ve Türkiye,” Ankara Üniversitesi  Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 52, No. 1-4, Ayrı Baskı, Ankara Üniversitesi Matbaası, s. 510.)